Kabile sisteminden uluslaşmaya geçiş aşamasında insan topluluklarının karşı karşıya kaldığı çeşitli sorunlar ortaya çıkar. Söz konusu insan topluluğu tam anlamıyla ulus olabilmesi için bir takım şartları taşımak zorundadır: ortak bir dile sahip olmak, ortak tarih, günümüzde birlikte yaşamak ve gelecekte de aynı beraberliği sürdürme eğiliminde olmak, bireyler arasında kültürel ve duygusal ortaklık gibi…
Belirtilen bu unsurlar içerisinde “ortak tarih” kavramı uluslaşma süreci için büyük bir önem ihtiva eder. Denilebilir ki, geçmişte birlikte yaşamış insan topluluğu bugünün ve geleceğin zeminini hazırlarken; uluslaşma sürecini de çoktan başlatmış olmaktadır. Ancak günümüzde pek çok milletin uluslaşma sürecine bakıldığında, ortak tarih oluşturma çabalarının yapay bir şekilde olduğu dikkati çekmektedir. Bu kapsamda “Bulgaristan” elimizdeki önemli örneklemlerden birisini oluşturmaktadır.
Ortak tarih olgusu kendiliğinden meydana gelebildiği gibi, yapay bir şekilde de oluşturabilir. Her iki metotta da bir takım sapmalar yaratılabilir. Zira önemli olan tarihteki olayların ne şekilde gerçekleştiği değil; bunların günümüze nasıl aktarıldığı ve sosyal psikoloji üzerinde ne gibi etkiler bıraktığıdır. Ortak tarihin oluşturulması için yapay olarak gerçekleştirilen işlemlerde iki husus ön plana çıkmaktadır: Birincisi kendi olağan tarihini değiştirmek; ikincisi başkalarının tarihini değiştirmek hatta yok etmek. Kendi tarihini değiştirmek uluslaşma süreci için “içsel” bir dinamik olurken; başkalarının tarihine aynı amaçla yönelmek “dışsal” bir unsur olmaktadır. Kimlik olgusunun şekillenmesinde bu hususların payı yadsınamaz niteliktedir.
Konumuz çerçevesinde Bulgaristan örneklemine bakıldığında, doğal bir ortak tarih temelinde bir araya gelmekle birlikte; aynı zamanda yapay bir görüntüyle de karşılaşılmaktadır. Köken itibariyle Türk olan Bulgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkan coğrafyasına geldikten sonra 9. yüzyılda hızla Slavlaşmaya ve Hıristiyanlığın etkisi altına girmeye başladılar. Zamanla hükümdarlar “Han” yerine “Çar” ifadesini kullanmaya başlamışlar; yazı dili de Kiril alfabesine çevrilmişti. Hızla kültürel değişime giren “Bulgar Türkleri” eski tarihlerini çoktan unuturlarken; kaderleri Slav-Hıristiyan dünyasında çiziliyordu. Bulgarlar o denli Slavlaşmıştır ki; günümüzde bütün dünya kendilerini köken itibariyle Türk kabul etse de; onlar buna yanaşmazlar; hatta ısrarla reddederler. Türk tarihinin bir parçası olmanın inkârı da kendinin ve başkalarının tarihini değiştirme çabasıyla da açıklanabilir.
Çağımız Bulgar değerlerinin Slav kültürünün üzerinde şekillendiği açıktır. Buna bir de kilisenin etkin gücü eklendiğinde, x ve y’nin bilindiği bir denklemin çözümlenmesi gibi bir durumla karşılaşılmaktadır. Bulgarlar kendi tarihlerini değiştirirlerken; bu değişim aynı zamanda uluslaşma süreçlerinin de rotasını belirlemiştir. Türkler ile Slavlar arasında yaşanan tarihsel çekişme hatırlanacak olursa Bulgarların bu rekabette yer aldığı konum daha iyi anlaşılmaktadır.
14. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’daki Türklerin Rumeli’ye geçmesiyle birlikte genel anlamda Balkanlar, spesifik olarak Bulgaristan için pek çok şey değişmeye başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin Balkanları ve Anadolu’yu kontrolü altına almaya başlaması her iki coğrafyanın da sosyolojik ve demografik dengelerinde bir takım değişimler yaratmıştır. Anadolu Beyliklerinin tebaasının devletin “iskân siyaseti” kapsamında Balkan coğrafyasına gönderilmeleri bölgenin Türkleştirilmesi ve/veya Müslümanlaştırılması için en önemli kaynak olmuştu. Bu siyasanın sistematik bir şekilde takibi ve tatbik edilmesi Osmanlı Devleti’nin bölgede kalıcı olma arzusunda olduğunu ortaya koymaktadır. Neticede bu politikayla kısa süre içerisinde bölgesel demografik dengeler Türklerin lehine değişmeye başlamıştır.
Bölge nüfusunun katliam ve soykırım dışında sosyo-politik araçlarla değiştirilmesi Balkanlar için yeni bir olguydu. Nüfus istatistiklerinin yanında Osmanlı devlet yönetim mekanizmalarının değişmez unsurlarından olan hoşgörü, barış, kardeşlik ve farklılıkların birlikteliği gibi değerler de yüzyıllarca bölgede egemen olmuş; ancak kalıcılaşamamıştır. Bunda gerek Balkan uluslarının milliyetçi saplantıları gerek bölge dışı küresel aktörlerin müdahaleleri etkili olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde ulusal kimliği güvence altında olan Bulgarlar, 1789 Fransız İhtilali’nin Balkanlara getirisi olan toplumsal milliyetçi fırtınanın etkisine girmişti. Bu kapsamda özellikle ağabeyi olan Rus Çarlığı’nın desteğini arkasına alarak, isyan faaliyetlerine girişmişlerdir. “Osmanlı” uyruğunda olan Bulgarlar, ulusal kimliğinin Slav-Ortodoks eksenine Türk-Müslüman karşıtlığını da eklemiştir. “Öteki” haline getirilen Türk ve Müslüman nüfusa yönelik çeteci faaliyetler ile birlikte, 1877-78’de “ırklar ve yok etme” savaşı şeklinde gerçekleşen Osmanlı-Rus Harbi Bulgarları bağımsızlığa daha da yaklaştırmıştı.
Berlin Antlaşması hükümleri itibariyle bağımsız bir prenslik haline gelen Bulgaristan, ulus-devlet temelinde bir modelle uluslararası arenaya çıkmıştır. Bulgaristan’ın kendisinin ve başkalarının tarihini değiştirme çalışmaları bu gelişmelerle birlikte su yüzüne çıkarken; özellikle bünyesinde kalan Türk azınlık açısından bu husus daha somut bir şekilde etkisini göstermiştir. Bulgar ulusal kimliğinin oluşmasında Slavlık ve Ortodoksluk içsel bir etken olurken; Türk ve Müslüman karşıtlığı dışsal bir parametre olmuştur.
Bulgaristan’daki Türklerin azınlık hakları ikili ve çok taraflı antlaşmalar itibariyle güvence altına alınsa da, bu hakların uygulaması teorik boyuttan pratik düzleme taşınamamıştır. Söz konusu azınlık, sistematik olarak asimilasyon politikalarının hedefi olmuş ve Türkiye’ye göç ettirilmiştir. Bulgarlar bunları gerçekleştirirken; hem kendi tarihlerini değiştirmişler hem de bünyesindeki Türk azınlığın tarihini değiştirmiştir. Kısacası başkasının ve kendinin tarihini değiştirmek ulus olmanın tabii bir parçası haline gelmiştir. Bu kapsamda bir amaca ulaşılan metotla, çift taraflı bir etki bırakılmıştır.
Bu kapsamda yapılanlara bakıldığında, 1878’den Bulgaristan’da komünist idarenin işbaşına gelmesine kadar arada geçen süre zarfında daha ziyade Türk azınlığın göç ettirilerek, Bulgar nüfusun daha baskın hale getirilmesi ön planda olmuşken; iki kutuplu uluslar arası siyasi yapı içerisinde Doğu Bloğu üyesi olan sosyalist Bulgaristan çok boyutlu asimilasyon ve göç politikasını daha etkin bir şekilde devreye koymuştur.
Farklı sebeplere dayanılarak 1913–1934 yılları arasında ortalama olarak her yıl 10–12 bin Bulgaristan Türk’ü Anadolu’ya göç etmiştir. Ağanoğlu’nun tespitlerine göre, 1923–1939 yılları arasında Bulgaristan’dan Anadolu’ya doğru gerçekleşen göç hareketine 198.688 kişi katılmış olup, ortalama olarak yılbaşına 17.000 kişi etmektedir. Soğuk Savaş dönemi boyunca gerçekleşen göçlere bakıldığında, 1951 göçünde 150.000 kişi, 1969-78 yılları arasındaki sürede 130.000 kişi ve son olarak 1989 yazında 310.000 kişi Türkiye’ye göç etmiştir/ettirilmiştir.
1956 yılında Jivkov’un iktidara gelmesiyle birlikte gün ışığına çıkan asimilasyon hareketleri Aralık 1984-Mart 1985’e kadar sistematik bir şekilde sürdürülmüş ve bu dönemde doruk noktasına ulaşmıştır. Kısacası, Türkler geniş kapsamlı bir Bulgarlaştırma politikasına maruz bırakılmışlardır. Türk isimlerinin Bulgar isimleriyle değiştirilmesi, dini vecibelerin engellenmesi, komünizm gerekçesiyle camilerin kapılarına kilit vurulması vb uygulamalar kültürel asimilasyona; Türklerin yoğun olarak yaşadığı yerlere yatırım yapılmaması ve Türkçe konuşanlardan zorla para alınması ekonomik anlamda izole edilmişliğe; bu uygulamalara itiraz edip başkaldıranların işkenceye maruz bırakılmaları ise fiziki yaptırıma açık birer örnek teşkil etmektedir. Bulgarlar kendi ulusal kimliğini güçlendirmesi bağlamında Türk azınlığın tarihine; azınlık hak ve hürriyetlerine saldırmaktan çekinmemişlerdir. Ancak, söz konusu durum ters bir etki yaratırken; azınlık mensupları arasındaki bağlar daha da kuvvetlenmiştir. Diğer bir deyişle, Mehmetler ve Ayşeler “İvan” ya da “İvanova” yapılamamış; ancak bu faaliyetler Bulgar ulusal kimliğine farklı bir dinamizm kazandırmıştır. Bu dinamizm uluslar arası toplum içerisinde Bulgarların sicilini lekelerken; bu politikaların 1989’da iflası ülkeyi yol ayrımına götürmüştü.
Bulgarların ortak tarih temelinde ulus yaratma girişimlerinin bir diğer örneği ise Pomak Türkleri üzerinde kendisini göstermiştir. Peçenek ve Kuman Türklerinin torunları olan Pomaklar, Türk kökenine karşın Bulgarca konuşmaktadırlar. Anadolu’dan Rumeli’ye Türk göçleri gerçekleşirken; Bulgarlar tarafından Türklerin tarafını tutmakla suçlanmışlar; bu kapsamda Bulgarcada yardımcı anlamına gelen “pomagaç” kelimesiyle tanımlanmışlardır. Pomak Türkleri Oğuz Türklerinin bölgeye yerleşmesinde ve kalıcılaşmasında önemli bir misyon üstlenmişlerdir. Ne var ki, değişen zaman zarfında Pomaklar da Bulgarların uluslaşma sürecinin bir parçası olmuşlardır. Pomaklara yönelik özellikle Bulgarlar ve Yunanlıların ilgileri dikkati çekmektedir. Bulgarların “Müslümanlaştırılmış Bulgarlar”, Yunanlıların ise “Müslümanlaştırılmış Grekler” olarak tanımladığı Pomak Türkleri, ana dildeki farklılıklar bir tarafa bırakılmak suretiyle son tahlilde Müslümanlardır ve kendilerini Türkiye’ye yakın hissetmektedir. 1969-78 yılları arasında Bulgaristan’dan Türkiye’ye gerçekleşen göç dalgasında Pomakların önemli bir sayıyı oluşturması bu kapsamda verilebilecek bir örnektir.
Pomaklar da Bulgarların asimilasyon, göç ve Bulgarlaştırma faaliyetlerinden nasibi almıştır. Bulgarların Bulgar olarak ifade ettiği Pomaklar, yukarıda da ifade edildiği gibi Türk’türler. Nüfus verilerinde Bulgar çoğunluk içerisinde gösterilen Pomaklar, aslında Bulgaristan’ın hayalet azınlığıdır.
Bulgarların tarih değiştirmek kanalıyla gerçekleştirdiği uluslaşma süreci, 1990 sonrası dönemde farklı bir sürece girmiştir. Bulgaristan Türk Milli Kurtuluş Hareketi olarak 1984’te örgütlenen Türkler, Todor Jivkov’un iktidardan inmesiyle birlikte siyasallaşma sürecine gitmişlerdir. 4 Ocak 1990’da tescil edilen Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), sadece bir siyasi parti değil; aynı zamanda hakları savunmak için kurulmuş bir oluşum olduğu iddia edilmiştir. 1990 yılından itibaren Bulgaristan siyasetinde etkin olmaya başlayan HÖH, günümüzde gelinen noktada, sadece Türklerin değil Bulgaristan’ın da partisi olma amacı gütmüştür. Türk azınlığın (her ne kadar Bulgaristan Anayasası’nda böyle tanımlanmasa da) haklarının iade edilmesiyle ilgili gelişmelerle paralel doğrultuda Türkler Bulgaristan’da demokratik platformda mücadelelerine devam etmişlerdir. Diğer bir deyişle, Bulgaristan Türklerinin çiğnenen temel haklarına rağmen; azınlığın kısa bir süre sonra Bulgaristan atmosferine entegre olması ve barış yanlısı tutumları, uluslar arası literatüre azınlık hakları bağlamında “Bulgaristan Modeli”ni getirmiştir.
Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle birlikte Bulgaristan’da bir takım yapısal kendisini gösterirken; Bulgaristan 1990’lı yılların ikincisi yarısından itibaren dış politik perspektifini Batı Dünyası’na çevirmiştir. Kısa bir süre öncesinde Moskova’nın uydusu olan Bulgaristan; yeni dönemde Washington’un ve Brüksel’in etkisinde kalmıştır. NATO ve AB üyelik hedeflerinin Bulgaristan tarafından benimsenmesi ulusal kimlik olgusu açısından da bazı değişimler/dönüşümler yaratmıştır.
Slav-Ortodoks eksenli kimliğin hâkimiyetinin yanına yeni dönemde Batılı değerler de eklenirken; kendi tarihini reddetme eğilimi de yükselmişe benzemektedir. Komünist dönemde Türk azınlığa yönelik izlenen politikalar ve geçmişte yapılan yanlışlıkların kısmen düzeltilmesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Global değerlere uygun Bulgar ulusu yaratma çabalarının yeni durağı Batı olurken; ülke içerisindeki Türk azınlık Bulgaristan siyasi ve sosyal yapısına entegre edilmek suretiyle kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Bu noktada, Bulgarların Bulgaristan Türklerinin tarihine, bugününe ve geleceğine yönelik bir takım hamleler, müdahaleler içerisinde olduğu söylenebilir. Durumu bu noktaya getiren Bulgarların aktif olmaları değil; Türklerin pasif olmalarıdır.
Kader Özlem