Mesleğe 1994 yılında Üniversite’de Araştırma Görevlisi olarak başladım. Akademisyenlik gönlüme taht kurmuş ve bunun gereklerini hakkıyla ifa etmek istiyordum. Malum, kolejlerde, sivrilmiş okullarda okuyup, en az bir yabancı dili de öğrenip Üniversiteye başlama şansım olmadı. Ancak açığımı üniversite döneminde kapatmak için akşamları İstanbul Alman Lisesi’nde Almanca kurslarına katıldım ve dilimi belli bir seviyeye getirdim. Lakin yeterli değildi. Bu itibarla Araştırma Görevliliğim sırasında zor şartlar altında “dil yerinde öğrenilir” ilkesince Almanya’ya gittim. Düsseldorf’ta altı aylık bir programa katıldım.
Almanya günleri genç yaşta en büyük Avrupa Devletini görme, Türkiye ile kıyas yapma ve ufuk açma konusunda çok şey kazandırdı bana… Orada yaşayan Türkleri de tanıma fırsatım oldu. Genelde iki tarzda hayat sürüyordu buradaki gurbetçi vatandaşlarımız. Bir tarafta kendi kimliğini muhafaza eden, kendi değerleri ile Alman toplumuna entegre olmuş gençler vardı. Diğer taraftan da Alman toplumu içerisinde “Almanlar gibi yaşayarak” kabul göreceğini sanan ve kendi milli kimliğinden uzaklaşmış gençlerimiz. Bu ikinci grup tabi ki bizleri üzüyordu. Avrupa ve dünyanın farklı ülkelerinden gelmiş sınıf arkadaşlarımız, bu ikinci gruba –Alman gibi yaşayan, kendi değerlerinden uzak olanlara- hiç itibar etmiyordu. Niçin itibar etsinler ki kendi değerlerinden uzaklaşmış, Alman ve Avrupa taklitçisi olanlar, sahte-çakma idi. Gerçeği kendileriydi. Gerçek varken, sahtesine itibar edilir mi?
Ben burada kursa devam ettiğim sürece, Müslüman –Türk kimliğimi, ifadeden ve muameleden sakınmadım. Zira insan böyle çok milletli ortamlarda bir nevi kendi milletini de temsil ediyordu. Bu tercihimin sıkıntısını ise hiç görmedim.
1995 yılıydı, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği Köln Şubesi bir söyleşi düzenlemişti ve konuk da genç siyasetçi Cem Özdemir idi. Ben de bir arkadaşım ile birlikte gittim. Zira Almanya’da bir Türk siyasetçiyi dinleme fırsatı bulacaktık.
Gittik, dinledik. Müsiad Şube Başkanı Cem Özdemir ile beni ve arkadaşımı tanıştırdı. Ancak lisanı haline bakınca çok da umrunda değildik. Cem Özdemir, Müsiad Şube Başkanının ısrarı ile sunumunu Türkçe yaptı. Kendisi Almanca konuşmayı tercih ettiğini söylemişti. Bu arada tüm katılımcılar Türk idi. Bu sunumunda ilginç bir yaklaşım sergiledi. Bir teori attı ortaya adeta, o da kısaca şöyleydi: “Türkler zamanı geldiğinde sadece Türk olduğunu hatırlayan Almanca konuşan bir nesle dönüşecek, bu bir anlamda da entegrasyon göstergesi olacaktı. Ve bu bir gereklilikti.” Evet hatırladığım kadarıyla Cem Özdemir’in görüşleri bu minval üzreydi. Katılanlar şaşırmıştı, zira herkes kimliğini koruyarak entegre olan bir Türk toplumu genel kabulüne sahip iken birisi çıkmış asimilasyonu, entegrasyon olarak savunuyordu.
O gün bu ifadeler Köln MÜSİAD Şubesinin salonunda kaldı. Belki çok bir şey ifade etmedi. Ancak bugün görüyoruz ki hiçbir şey günübirlik değil. Almanya’nın Ermeni Soykırımı Tasarısını Meclisten geçirmesi ve 11 Türk asıllı vekilin “evet” oyu vermesi; hiçbirisi tesadüf değil, hiç birisi bir anda ortaya çıkmış değil.
1995 yılında Cem Özdemir’in öngörülerini bugün yaşıyoruz, olay bundan ibaret… Planın, projenin sahibini bilmem. Hani Almanlar diyor ya “Türkler iki hafta bağırır, sonra unuturlar”. Unutma ve tepkisellikten öteye geçmeyen tavırlar sonuç vermiyor. Uzun vadeli çalışmayı bilmeliyiz. Proaktif olmayı bilmeliyiz. Vesselam…