Ayhan Demir- Hrant Dink’in silahlı saldırı sonucu yaşamını yitirmesi, vicdan sahibi her insan gibi, bizi de üzdü. Ancak, bundan beş yıl evvel, Hrant Dink’in toprağa verilişi esnasında taşınan “Hepimiz Ermeniyiz” dövizleri de en az saldırı kadar üzüntü vericiydi. Aynı üzücü manzara, bundan birkaç gün evvel, Hrant Dink cinayetinin yargılaması tamamlanıp, karar verildikten sonra da yaşandı.
Evet, “Hepimiz Ermeniyiz” dövizlerinin taşınması, en az cinayet kadar üzüntü vericidir. Çünkü taşınan o dövizler, en az cinayet kadar, “derin bir hesabın” parçası. O dövizleri taşıyanlar da, en az tetiği çeken kişi kadar, bu toprakların yabancısı. O dövizleri taşıyanlar da, en az kınadıkları kişiler kadar, ulus devleti temsil ediyorlar. Her iki taraf da, bilerek ya da bilmeyerek, aslında aynı şeyleri söylüyor ve aynı amaca hizmet ediyorlar.
On dokuzuncu yüzyıl Avrupa kapitalizminin itici gücü ve sosyal biliminin anahtar kavramı “sınıf” idi. Yirminci yüzyılda dünya kapitalizminin itici gücü ve sosyal biliminin anahtar kavramı “ulus” oldu. Sınıf demek, insan topluluklarının arasındaki doğrudan ilişkilerin kopması demekti. İki insan olarak işçi ile işverenin artık birbirinin komşusu, köylüsü, arkadaşı ya da kardeşi değil, iş için bir araya gelen ve daha sonra ayrılan soyut varlıklar haline gelmesi demekti. Ancak Türkiye’nin, esnafı olsa da, sınıfları yoktu. Bu sebeple, hiçbir gerçekliği olmayan bu kavram bu topraklarda karşılık bulmadı.
Türk toplumuna hâlâ yabancı olan sınıf kavramı tutmayınca, ikinci bir düzen kurucu kavram olan “ulus” miti devreye sokuldu. Avrupa dışındaki toplumlarda, “Avrupa gibi güçlü” olabilmek için, uluslaşmanın kaçınılmaz olduğu düşünülmeye başlandı. Zaten Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadronun “muasır medeniyet seviyesine yükselmek” dediği şey de, esas itibariyle bu düşüncenin bir tezahürü olan, Avrupai tarzda bir ulus olabilmekti. Ancak Türkiye, tüm gayretlere rağmen, ulus olmayı başaramadı.
Bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz, çünkü ulus olunabilseydi, ulusçuluğun sadece devlet değil, topluma da yön veren bir dünya görüşü olarak, dinin yerine geçmesi gerekirdi. Bunlar gerçekleşmedi. Türkiye, hâlâ Müslüman bir millet olmaya ayak diriyor. Milletin içi boşaltılamadığı için, ulusun içi doldurulamıyor.
Bugün gelinen nokta göstermektedir ki, batı için bile ulusçuluk kavramı çoktan aşılmıştır. Eğer bunun aksini savunuyorsanız, şu iki soruya da cevap vermek zorundasınız: Amerika Birleşik Devletleri, elli ulusun birleşmesinden doğmadı mı? Avrupa Birliği, yirmi yedi ulusun birleşmesinden meydana gelmiyor mu?
Sadece batıda değil, Türkiye dâhil, batı dışındaki dünyada da ulusçuluk tutmamış ve rafa kalkmıştır. Bu nedenle Türkiye’yi ulusçuluk çizgisine çekmek isteyenleri, sıklıkla kullandıkları bir kavram olan, “çağa ayak uydurmaya” davet ediyoruz. Mucidi olan Avrupalıların bile kurtulmak istedikleri ulusçuluk, bu millet için prangaya dönüşmüştür.
Gelinen nokta itibariyle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Millet yaklaşımı ne kadar birleştirici ise, ulus yaklaşımı da o kadar ayrıştırıcıdır. Bu sebeple, Türkiye’nin önünde sadece iki seçenek var: Ulusçuluk bataklığında dibi bularak kendi üstüne çökmek ya da millet dağına tırmanıp, küresel söylemlerle kirlenen ciğerlerini temiz hava ile doldurmak ve nefes darlığından kurtulmak.
Peki, Osmanoğulları, millet dağının zorlu zirvesine nasıl çıkılabildi? Ya da Osmanoğulları, yüzyıllar boyunca o zirvede bağdaş kurup oturabilmeyi nasıl başardı?
Bu soruların cevabı, İbn-i Haldun’un pek çok kez söylediği rivayet edilen; “Mısır devleti için Osmanoğulları’ndan başka korkulacak bir tehlike yoktur” cümlesinde gizlidir. İbn-i Haldun bu sözleri söylediğinde henüz İstanbul’un fethi gerçekleşmemişti. Hatta Osmanoğulları, Ankara Savaşı’nda, Timur’a karşı mağlup olmuş ve “Fetret Devri” başlamıştı.
İbn Haldun gibi çok iyi tarih okumaları yapabilen bir düşünürün, tüm olumsuz göstergelere rağmen, Osmanoğullarını kalıcı görmesindeki sebep, “devlet, küfür üzere baki kalır, zulüm üzere baki kalmaz” kadim anlayışıdır. Tersten yapılacak bir okumayla, adalet, kadim olmanın en temel şartlarından biridir diyebiliriz. Bu hassasiyet bizi hiç kimseden taraf yapmaz. Aksine, bizi kadim kılarken, her kimseyi de bizden; adil olandan taraf kılar.
Meseleyi toparlayacak olursak; Hrant Dink örneğinde olduğu gibi, bir insanın öldürülmesini kınamak ya da adil yargılama talep etmek için ulusal söylemlerin arkasına geçmek gerekmiyor. Ermeniler de, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Arnavutlar ya da Boşnaklar gibi, bu toprağın bir cüzüdür. Hepimiz Ermeni değiliz; biz bir milletiz!
ayhan_demir@hotmail.com