Prof. Dr. Çağrı Erhan-
Yugoslavya’nın dağılması sürecinde yaşanan kanlı olaylar hâlâ hafızalarımızda. En az 250 bin Bosnalı Müslüman 1991-1995 yılları arasında devam eden savaşta katledilmişti. Aralarında, bir gecede 8000 Müslümanın hunharca öldürüldüğü Srebrenitza soykırımının da olduğu çok sayıda katliam aradan geçen 20 yıla rağmen unutulmadı.
Dayton Anlaşması’yla Bosna’da sular durulduktan bir süre sonra bu kez Kosova karışmış ve Kosovalı Arnavutların Bosnalılara benzer bir kitlesel katliama maruz kalmaları ancak bir NATO harekâtı sayesinde engellenebilmişti. Uzmanların bugün bile uluslararası hukuka uygun olup olmadığını tartıştığı bu harekât gerçekleşmeseydi, Kosova da kan gölüne dönecekti.
Ardından, eski Yugoslavya’nın diğer bir parçası olan Makedonya karışmış, binlerce sivilin ölümünden sonra uluslararası örgütlerin baskısıyla taraflar arasında 2001’de yapılan Ohri Anlaşması’yla barış ortamı zoraki de olsa tesis edilebilmişti.
Komşu olduğu Balkanlar’ı “yumuşak karnı” olarak değerlendiren Avrupa Birliği (AB) 2002’deki Selanik Zirvesi’nde aldığı kararlar çerçevesinde, Bosna, Kosova ve Makedonya’da yaşananlara benzer yeni olayların gerçekleşmesini engellemek için bölgeye yönelik özel bir program başlatmıştı. Batı Balkan ülkeleriyle İstikrar ve Ortaklık Anlaşmaları imzalayan AB, sağladığı mali ve teknik destek sayesinde bu ülkelerde devlet kurumlarının inşasına hız kazandırmayı, kamu otoritesini güçlendirmeyi, yargı bağımsızlığını teminat altına almayı, etnik-dinsel çatışma potansiyelini ortadan kaldırmayı ve yolsuzlukların üstesinden gelmeyi hedeflemekteydi. İstikrar ve Ortaklık anlaşmalarının iyi işlemesi durumunda, Batı Balkan ülkelerine AB’ye üye olarak katılma yolunu da açan AB, Hırvatistan’ı üye olarak aldı. Arnavutluk, Karadağ, Makedonya ve Sırbistan’a da adaylık statüsü verdi.
Her ne kadar AB’den gelen mali destek ve bir gün AB’ye üye olabilme ümidi, Batı Balkanlar’daki toplumlar arası gerilimi bir nebze olsun yatıştırsa da, hiçbir zaman tam olarak ortadan kaldıramadı. Hele 2009’dan itibaren bir yandan ekonomik kriz, diğer yandan da genişleme yorgunluğu sebebiyle AB’nin yeni üye kabul etme konusunda, 2004-2007 dönemindeki genişleme dalgasındakine nazaran daha temkinli bir tavır sergilemeye başlaması, başta Makedonya ve Kosova olmak üzere Batı Balkanlar’ın tamamında bir hayal kırıklığına yol açtı. Bunun doğal sonucu da, bir süredir üstü örtülmüş olan gerilimlerin tekrar su yüzüne çıkmaya başlaması oldu.
Geçtiğimiz hafta Makedonya’nın Kumanova şehrinde meydana gelen ve 22 kişinin ölümü, 37 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan olayı değerlendirirken, yukarıda dikkat çektiğim yükselmekte olan gerginlik eğilimini de göz önünde bulundurmak gerekir. Makedonya’da halen sürmekte olan bir siyasi depreme sebep olan Kumanova olayı, göz ardı edilebilecek nitelikte, küçük çaplı bir etnik Arnavut-Makedon çatışması değildir. Arnavutluk’u, Kosova’yı ve bir yönüyle Sırbistan’ı ilgilendirdiği kadar, tüm Balkanlar’ın güvenlik ve istikrarıyla doğrudan ilgili bir gelişmedir.
Bugün AB üyesi olan Slovenya ve Hırvatistan bir ölçüde dışarıda tutulabilirse de, Yugoslavya’dan ayrılan diğer tüm devletlerin birbirleriyle toprak ve nüfus ihtilafları olduğu, yakın geçmişin derin yaralarının henüz tam olarak tedavi edilemediği açıktır. Bu da kimi zaman bölge dışı aktörler tarafından yönlendirilmiş provokasyonların bu ülkelerde çok ciddi yıkımlara süratle yol açabileceği endişesini yükseltmektedir.
İlk bakışta geçmişteki bir hesaplaşmanın güncel uzantısıymış gibi gözüken, yani etnik çatışma görüntüsündeki bir olay, eğer söz konusu bölge bir şekilde stratejik öneme sahipse, aslında çok farklı nedenlerle ortaya çıkmış olabilir. Balkanlar’dan söz ediyoruz! 19. yüzyılın başından itibaren Balkanlar’ın iç dinamikleri ya bölgeye stratejik öncelikleri doğrultusunda yaklaşan devletler tarafından “inşa edilmiş” ya da bu dinamiklerin ortaya çıkardığı sonuçlar küresel ya da bölgesel güçler tarafından yönlendirilmeye çalışılmıştır.
Makedonya gelişmelerini Türk Akım projesinden ve Rusya-Ukrayna krizinden bağımsız değerlendirmek güçtür. Hal böyle olunca da, krizin derinleşmesi ancak tüm muhtemel sebeplerin dikkate alınmasıyla üretilecek çözümler sayesinde önlenebilir.
“Burası Avrupa. 1990’larda yaşananlar tekerrür etmez” demek, başımızı deve kuşu gibi kuma gömmekle eş değerdir.
Türkiye Gazetesi, cagrierhan@yahoo.com