Avrupa Parlamentosu seçimleri aday listeleri açıklandıktan bir ay sonra sol parti SYRIZA içindeki itirazlar üzerine Batı Trakyalı Roman Sabiha Süleyman aynı partinin aday listesinden çıkarıldı. Bu karar etrafında dönen tartışmalar, sıklıkla olduğu gibi, yoğun siyasi ve siyasi doğruculuk filtrelerinden geçti. Bir siyasi partinin aday seçiminin doğruluğu veya yanlışlığı üzerinde durmayacağım. Bunlar siyasi tercih meselesidir ve son sözü seçmenler söyleyecektir. Ancak açıkça gözüken şudur ki adaylığını sona erdiren başlıca etken ne ırkçılık ne de Roman karşıtlığı oldu. Tartışmada ilginç olan ve siyasi ağırlık taşıyan kısım, bu kadar gürültünün arka planının ve sebeplerinin neden tartışılmıyor olduğudur. İşin gerçek yüzüne dair tek bir söz bile sarf edilmeyen bir fikir ihtilafı ve çatışma ortamı. Çünkü bu olayda hiç söylenmemiş olan ama aynı zamanda kolay saklanamayacak ve tartışmayı ateşleyen bir şey var.
Trakya’daki azınlık konusu, bireylerin milli kimliği gibi kördüğüm olmuş sorunsalların ötesinde, bu kimliğin ifade edilişinin hegemonik olarak ele alınışını de içeriyor. Türk kimliğinin azınlık mensuplarının yanı sıra Türkiye ve Yunanistan’ın devlet politikaları tarafından ele alınış şekli de bu konuya temel oluyor, bu konunun temellerini oluşturuyor. Buradaki ana öğe toplumsal dışlanma: Bu dışlanma sadece ekonomik, sosyal ve eğitim alanındaki parametreler ışığında şekillenmeyip, milli kriterlerin yürürlüğe sokulup güdümlenmesiyle de oluşan bir fenomen. Her iki konu da genel olarak bilgisizlik, korku veya egemen milli söylem nedeniyle arka planda bırakılan konular.
İskeçe’nin Drosero Mahallesi’ndeki Romanların durumu (azınlık içinde azınlığı oluşturan bir grup: Romani konuşan, Müslüman Romanlar), Gümülcine ve Dedeağaç’ta olduğu gibi, dışlanmanın ve yoksulluğun en uç noktasını temsil eden ve İskeçe’nin merkezinden iki adım ötede yaşayanlara ait bir olgu. Onlarca yıldır çocuklar çamur, eğitimsizlik ve bakımsızlık içinde büyümekte, kadınlar ve erkekler tam anlamıyla dışlanmakta, devlet mekanizmasına ek olarak hem çoğunluk hem de azınlık toplumu tarafından hor görülerek sosyal yardımlaşma ve refah yapılarından uzak yaşamaktadırlar. Bir grup insanın herhangi bir gelecekten yoksun bir yaşam sürdürmesini kabullenmek de hiç kolay olmasa gerek. Diğer yandan toplu çaresizlik ortamı çeşitli müdahaleler için çok verimli bir ortam oluşturmakta. İşin aslı da burada yatıyor: Milli öncelikler ve bütünlüğe yönelik politikaların harekete geçirilmesiyle Trakya’daki azınlık ve özellikle de Roman toplumuna yapılan müdahale işin özünü oluşturuyor. Türk Konsolosluğu ve Yunanistan Dışişleri Bakanlığı’nın İskeçe’deki Siyasi İşler Bürosu (‘Yunan Konsolosluğu’) ve özel kişiler aracılığıyla sağladığı parasal yardımlar, bazı faaliyetlerin sponsorluğu ve tanınan imtiyazlar, bağımlılık ilişkilerini tetiklemenin yanı sıra ihtilaf veya basit sempatinin hareketlendirilmesi işlevini de görüyor. Bu konuyla uzaktan yakından ilgisi olanların uyguladıkları pratikler ve politikalar uzun bir geçmişe sahip olup bu makalenin amacını aşmakta. (1) Fakat her halükârda, çeşitli aktörler tarafından uygulanan bu pratikler ve politikalar, himayecilik olarak nitelendirilebilecek çok özel ve dayanıklı bir ilişki ağı kurmuş olup değişkenlik ve esnekliğe sahip olan bu ağı sürekli olarak yeniden şekillendirip kullanmaya devam etmektedirler.
İskeçe’nin Drosero Mahallesi’nde Yunanistan Dışişleri’nin faaliyetleri özellikle 2000’li yıllarda ağırlıkla hissedildi. Sağladığı fonlarla kadınların çeşitli faaliyetlere katılması kolaylaştırıldı, çocuklar okuma-yazma öğrendi ve bazı durumlarda bir tabak yemek yeme imkânı sağlandı. Bu süreçte sivil toplum kuruluşu Elpida (Umut) ve Sabiha Süleyman kilit rol oynadılar. Sabiha Süleyman becerikli, aktif ve mahallenin kadınlara ve sakinlerine uygun gördüğü boğucu sınırları aşıp mahalleliye hizmet getirmiş bir kadın. Haliyle “Sorun ne ki o halde” diye sorabilirsiniz. Cevabı basit: Tabii ki amaç meşru. İhtiyaçlar da gerçek ve aciliyetle ele alınması gereken türden. Fakat Yunanistan Dışişleri Bakanlığı fırsatçılık olarak nitelendirilebilecek resmi sisteme paralel yürüyen eğitim, sosyal yardımlaşma ve istihdam mekanizmaları kurdu. Bu mekanizmaların kurulma ve fonlanma süreçleri bu konuda yetkili kurumlar olan bakanlık ve resmi daireler tarafından yürütülmedi. Böylece verilen hizmet, var olan onay ve denetleme süreçlerini atlayarak ve baypas ederek gelişti. Sürecin işleyişi de oldukça basitti. Örtülü ödenek kullanılarak parlamento kontrol ve hesap verme mekanizmaları atlandı. Daha da kötüsü ise tüm bunlar var olan nüfusa faydalı önlemlerin devamı garanti altına alınmadan, hatta ilgili kişileri konu alan pratiklerde toplumsal uzlaşma ve işbirliği bile sağlanmadan yürütüldü. Trakya’da azınlığı ilgilendiren diğer konularda da benzer bir şekilde Türkiye Konsolosluğu ve bireyler tarafından (bölgede en geniş istihdam sağlayıcı birim olduğu söyleniyor) uygulanan böyle bir müdahale modeli iki düzeyde hasar veriyor. Bir yandan devlet mefhumunu (devletin kendi eliyle!) baltalayan ve hesap verebilirliğe açık olmayan hukuksuzluğun egemen olduğu bir ortamı besleyerek, diğer yandan ise tamamen amacının tam tersi yönünde hizmet ederek (bakınız toplumsal dışlanma), hatta Drosero sakinlerinin toplumun geri kalan kısmının gözünde bir kez daha aşağılanmasıyla. Bu da Türkiye Konsolosluğu’nun müdahalesini güçlendirmekte ve meşrulaştırmakta.
Bu nedenle Sabiha yandı ve toplumsal tartışmaya ait top da bir kez daha tribünlere kaçtı.
Bu politikaların analizi için bkz. K. Tsitselikis, Old and New Islam in Greece. From historical minorities to immigrant new comers, (Yunanistan’da Eski ve Yeni İslam. Tarihi Azınlıklardan Ggöçmenlere), M. Nijhoff, 2012
(Doç. Dr., Selanik Makedonya Üniversitesi, Yunanistan İnsan Hakları Birliği Başkanı)
Çeviri: Meriç Özgüneş