‘Yugoslav göçmenleri’, geçen yüzyıldan miras kalan bir sorunu 3. kuşağa taşıdı. Devlet, Yugoslavya’nın gönderdiği tazminatı 50 yıldır adil bir şekilde dağıtmıyor.
1930’larda ve 40’larda Yugoslavya’da ‘millileştirme’ adı altındaki gerçekleştirilen ‘zorunlu ve bedelsiz istimlak’larda tüm varlıklarını kaybederek Türkiye ’ye göç eden binlerce Türk asıllı Yugoslav göçmeninin, 80 yılı aşkın süre geçmesine karşın hukuksal ve idari sorunları çözüm bekliyor. Göçmenlere verilmek üzere 1960’ların parasıyla Yugoslavya’dan Türkiye ’ye 37 milyon 500 bin lira gönderilmiş olsa da bu para ‘hak sahipleri’ne hakkınca verilmedi. Ve üç kuşaktır, ‘belge bulmaya çalışan’lardan ‘varisliğini ispatlamak için mahkeme mahkeme koşturanlar’a kadar bu hikayede ne ararsanız var. Yugoslav göçmenlerinin avukatı Devrim Güngör yaşananları ‘hukuk ve idari trajedi’ olarak tanımlarken, CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel konuyu yıllar sonra tekrar Meclis gündemine taşıdı.
İlk tazminat Kızılay’a
İki büyük savaşın gerçekleştiği 1910 ile 1950’li yıllar, Türkiye ’ye, son noktası konulamayan bir ‘Yugoslavya göçmenleri mirası’ bıraktı. 1930’larda Yugoslavya Krallığı, ‘Zirai Islahat (Agrar) Kanunu’nu çıkardı ve ülkedeki Türklerin geniş arazilerine bedelsiz olarak el koydu. Arazilerini, çiftlik ve evlerini kaybedenlerin büyük kısmı Türkiye ’ye göç etmek zorunda kaldı. Türkiye ile Yugoslavya arasında sorun olan bu konu, 1933’te imzalanan anlaşmayla bir nebze çözülmeye çalışılıyor. İki taraf uyruklarının diğer ülkede bulunan varlıklarının karşılaştırılması sonucu, Türkiye lehine ortaya çıkan 476.520 TL’lik fark Yugoslavya tarafından tazminat olarak ödeniyor.
Ancak bu para bir türlü ‘hak sahipleri’ne ulaşmıyor. Dönemin Celal Bayar hükümeti bu tazminatı Kızılay’a bağışlıyor ve İzmir Tepecik Hastanesi’nde, Heybeliada Sanatoryumu’nda ve Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde 100’er yataklı üç bina yapılıyor. Böylelikle, mallarını Yugoslavya’ya, tazminatlarını da Türkiye’ye kaptıran göçmenler hiçbir hak iddiasında da bulunamıyor.
İkinci ‘millileştirme’
1940’ların sonunda Yugoslavya Krallığı tarihe karışırken, Tito önderliğinde Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti kuruluyor. Tito döneminde de Yugoslavya’da iki kez ‘millileştirme’ uygulanıyor ve farklı etnik grupların varlıkları devlet hazinesine kaydediliyor. Türkiye , ikinci ‘millileştirme’ uygulamasına karşı da harekete geçerek, Yugoslavya ile 1956’da anlaşıyor. Anlaşmalar uyarınca Yugoslavya Türkiye ’ye, göçmenler için 37 milyon 500 bin TL’lik tazminatı 1969’a kadar 8 taksitle ödemeyi taahhüt ediyor ve 1962’ye dek bu miktarın 19 milyon 850 bin lirası geliyor. Ancak bu para da -dönemin Maliye Bakanı İhsan Gürsan’ın açıklamalarına göre- yıllık yüzde 6 faiz karşılığında iki milli bankada değerlendiriliyor. Aynı yıl, paranın ‘hak sahiplerine’ dağıtımını ‘Takdir ve Tevzi Komisyonu’na bırakan bir yönetmelik çıkarılıyor.
Bu komisyona 10 binden fazla başvuru geliyor ve 6 bin 771 dosya oluşturuluyor. Tazminatın dağıtım yöntemine ilişkin yasa ise 1969 yılını bekliyor: “Türk Vatandaşlarına Ait Olup Yugoslav Federatif Halk Cumhuriyetince Millileştirilmiş Bulunan Mal, Hak ve Menfaatlerin Tasfiyesi Hakkında Kanun.” Bu kanunun Meclis’teki görüşmeleri ilginç tartışmalara da sahne oluyor; bazı milletvekilleri hak sahiplerinin perişan edildiğini bazıları tazminatın yetersiz olduğunu söylüyor.
Bu tartışmaların ardından Kanun, 1931 Agrar Kanunu kapsamında mallarına en konunlar ile 1956 tarihli anlaşmalar öncesinde Türk vatandaşlığına geçmemiş olanların tazminattan yararlanamayacağı hükümleriyle yürürlüğe giriyor. 6 ay içinde başvurmayanların da tazminat hakkından yararlanamaması kararlaştırılıyor.
Yugoslav göçmenleri, tazminat başvurularını 1969’dan itibaren bu ‘yasal dayanak’ üzerinden sürdürüyor. Aradan geçen yaklaşık 50 yıllık sürede, bazı hak sahiplerine ‘belli oranlarda’ ödemeler yapılsa da pek çok başvuru kanundaki kısıtlamalara dayanılarak geri çevriliyor. Ve Yugoslav göçmenleri ‘hak aramayı’ sonraki nesillere bırakmak zorunda kalıyor.
‘Hukuki ve idari trajedi’
Bu kişilerden Ali Kantarcı ve Emine Kantarcı’nın mirasçıları Feyzi Necat Tunca, Yıldız Asude Tunca ve Ayşe Uray hayatlarını kaybederken, çocukları, ‘Takdir ve Tevzi Komisyonu’na yaptıkları başvurulara ‘olumlu’ yanıt alamamaları nedeniyle yargıya başvurmuş durumda. Kantarcıların mirasçılarının avukatlığını yapan Devrim Güngör, Yugoslav göçmenlerin, “yıllardır tam bir hukuki ve idari trajedi yaşadığını” ifade ederken, Türkiye ’nin, iki ülke arasında imzalanan anlaşmaların zorunlu kılmasına karşın, belge temini konusunda vatandaşlarını yalnız bıraktığını savunuyor. Güngör, özellikle belli davalarda arazi sahipliği konusunda Osmanlı arşivlerinin de kaynak olabileceğini ancak bu arşivlerin dava kapsamında açılmadığına dikkat çekiyor: “Bu konu, ancak yeni bir yasal düzenlemeyle çözülebilir. Yoksa bunun mahkemeler ya da komisyonun inisiyatifiyle çözülmesi söz konusu değil. Aksi durumda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılacak başvurular büyük maddi sıkıntı yaratabilir.”
Yugoslavya’nın sözü de para etmedi
Şu anda Makedonya sınırları içinde kalan Üsküp ve İştip’teki arazilerine, 1940’lardaki millileştirme kapsamında el konan Ali ve Emine Kantarcı’nın vârisleri ise haklarını aramak için ‘devletin kapısında ömürlerini’ tüketmiş. Farklı soyadları alan Kantarcıların oğulları Hassan Hasşenler ile Hakkı Dumlu’nun ömrü ‘haklarını’ almaya yetmemiş ve mücadeleyi mirasçıları sürdürüyor. Aynı zamanda İstiklal Madalyası sahibi olan Hakkı Dumlu 1950’de Yugoslavya’da el konulan varlıkları için Türkiye Cumhuriyeti ’ne ilk başvuranlardan. Ancak Dumlu o yıllardaki başvurusuna olumlu bir yanıt alamamış. Dumlu’nun kardeşi Hasan Hasşenler’in İzmir’de yaşayan torunu Ali Peynirci, devleti ‘samimiyete’ davet ediyor. Takdir ve Tevzi Komisyonu Başkanlığı’nın 1967 tarihli yazısında, Kantarcıların Yugoslavya’dan göçtüğünün ve orada mülklerine el konulduğunun ifade edilmesine karşın hâlâ işin ‘yokuşa’ sürüldüğünü söylüyor:
“Önce, ‘Tamam hakkınız kabul edilmiştir, Yugoslav tarafından da teyit edilmiştir’ deniyor, sonra tekrar belge isteniyor. Bu dosyaları çok cüzi rakamlara kapatmaya çalışan, ölmüş insanlara, vârislerine ulaşmayacak şekilde tebligat yapan devlet samimi davranmıyor.”
Lale Mansur: Devlet güzel güzel yemiş
Kardeş olan Lale Mansur ile Şanar Yurdatapan, babalarından miras kalan ‘hak arayışı’nı sürdürenlerden. Mansur ve Yurdatapan kardeşler, Galip Ali Paşa Rızvanbegoviç’in oğlu, Osmanlı paşası Mehmet Ali Paşa’nın soyundan geliyor. Saraybosna’da çok sayıda arazinin ve emlakın sahibi Mehmet Ali Paşa’nın malları 1948’de millileştirilmiş. Emekli Korgeneral babaları Danyal Yurdatapan’ın da sonuçlandıramadığı ‘hak arayışları’nı devam ettiren Şanar Yurdatapan, küçüklüğünden beri duyduğu bu sorunun çözümlenememesinden devleti sorumlu tutuyor: “Devlet gelen paranın üzerine yatmak için uğraşmış; bir taraftan yemişler sonra da ‘bizim göçmenlerimiz zaten çok hayırseverdir, bundan feragat ederler’ denilmiş.”
Lale Mansur da ağabeyi Yurdatapan gibi devletin ‘çözümsüzlük tavrı’ takındığı görüşünde: “Devlet güzel güzel yemiş. Bir kere ordu kullanmış, bir tek Ecevit ödensin demiş. Çocukluktan beri, ‘gelecek, ‘ha geldi ha geliyor’ diye gündemimizde.”
Kaynak: Radikal
Gunesli balkan dernegi hayirli ramazanlar diler
Biz de hayırlı Ramazanlar dileriz