Dört sene öce, bugünlerde akciğer kanserinden ameliyat olmuştum ve daha sonra kendimi en halsiz, bitkin, hayattan küsmüş, kemoterapi gördüğüm dönemde, şu, “Ölüm, yaşamın bir parçasıdır!” başlıklı yazıyı yazmıştım:
“Eşim, çocuklarım, akrabalarım, arkadaşlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım genelde herkes, “Moralini yüksek tut, kendine iyi bak! Hiçbir şeyi kafana takma, moralini bozma!” diyor…
Almanlarda “şaadenfroyde”(schadenfreude) diye bir kelime varmış, yani başkalarının acısından ve üzüntüsünden mutlu olan insanlar için söyleniyormuş… Benim hastalığımı öğrenen bazılarının gözlerinden “şaadenfroyde” mutluluğu akmış olsa da, onlar bile, kansere karşı çeşitli doğal bitkiler öneriyor ve “moralini yüksek tut!” demeyi de ihmal etmiyorlar…
Evet…
Moralimi yüksek tutuyorum, kendime iyi bakıyorum, onu bunu kafama takmıyorum, fakat ben de insanım, deve kuşu gibi gerçeklerden kaçıp başımı kuma gömemiyorum…
Konunun uzmanı doktorlar, akciğer kanser vakalarını, ilk teşhis tarihinden sonra istatistik tutup, beş yıllık sağkalım oranlarına göre evrelendirmişler; 1.A, 1.B, 2.A, 2.B, 3.A, 3.B ve 4. evre.
Ben 2.A evresinde olanlardanım. Bu evrenin Avrupa’daki beş yıllık sağkalım oranlarını, konunun uzmanı doktorlar, “…2. A vakalarında ilk teşhisten bir yıl sonra sağkalım oranı % 79, iki yıl sonra % 49, üç yıl sonra % 38, dört ve beş yıl sonra % 34…” olduğunu belirtmişler.
ABD’de tıp, Avrupa’dan daha ileri bir seviyede olacak ki, orada bu 2. A evresindeki sağkalım oranı % 50’lere kadar çıkabiliyormuş.
Buna şükür, ben erken teşhis evresinde sayılırım. Allah korusun akciğer kanserlerinde beterin beteri var; ilk teshişten beş sene sonra benim evreden sonraki 2. B evrede sakalım oranı % 24, 3. A evrede % 13, 3. B evrede % 5, en son 4. evrede % 1…
% 34 sağkalım ve % 66 ölüm… Sağkalım şansı nerdeyse üçte bir…
Oysa… Sekiz ay öncesine kadar, benim için ölüm, otuz- kırk sene sonrasında uzak bir yerlerdeydi…
Şimdi ölüm o kadar yakınken… Her kemoterapiden sonraki birkaç gün, mide ve baş ağrıları çekmiş olsam da, zihnim açık, beden fonksiyonlaım yerinde, hayata küsmüş değil, hatta hayata daha bir sıkı sıkı sarılmış durumdayım… Belki bunda en büyük etken, her bakımdan mükemmel bir eşe ve derslerinde başarılı harika çocuklara sahip olmamdır.
Kanser olanlara genellikle, “Hiçbir şey düşünme, kafana hiçbir şeyi takma!” diyorlar… Birde kanser olanların yanında ölümden bahsetmekten herkes çekiniyor. Oysa ben bedeni ölümden değil, “yaşarken” zihin açıklığımı kaybetmekten, elden ayaktan kesilmekten korkuyorum…
İnsan düşünmezse, kafasına hiçbir şeyi takmazsa… İnsan olabilir mi?
Kimse kusura bakmasın, zihnim açıkken düşünmekten vazgeçemem…
Her insan doğar, yaşar ve ölür… Fakat genleri çocuklarında ve daha sonra torunlarında yaşamaya devam eder…
Benim çocuklarım hayatlarında benden daha başarısız olurlarsa, ben asıl o zaman ölürüm…
Geriye dönüp baktığımda, ben her bakımdan babamdan kat kat daha başarılı olmuşum, çocuklarımın da benden kat kat daha başarılı olacaklarından eminim…
Bence, bir insanın çocukları, yani genleri, hayatta kendisinden daha başarısız olursa, insan o zaman tam manasıyla ölmüş olur…
Oysa bedeni ölüm, yaşamın bir parçasıdır…
Kırklı yaşlarına gelen hemen hemen herkesin birinci ve ikinci derece akrabalarından muhakkak ölenler olmuştur, fakat kalanlar hayatlarına devam etmişlerdir. Atalarımız “Ölenle ölünmüyor!” demişlerdir.
Evet…
“Ölenle ölünmüyor!”…
Ne kadar istemesek de…
Ölüm… Yaşamın bir parçasıdır!”
Evet, akciğer kanserinden ameliyat olalı tam dört sene geçmiş. % 34 sağkalım oranının içine girip girmediğimi bilemem. Bu, Allah’ın takdiridir.
Ancak bu dört seneye dönüp baktığımda ve kendime “Bu dört sene içinde ne yaptın?” diye sorduğumda, hayatımın artılarını yaşadığımın bilinciyle, “Hayallerimin peşinde koştum!” diyebiliyorum.
Her ne kadar sık sık nefes darlığı, ses kısıklığı, yorgunluk vs gibi belirtiler yaşasam da, gerek yazılarımla, gerek eylemlerimle, Bulgaristan’daki birçok olayın bir adım önünde olmanın mutluluğunu yaşadım.
Bunların sadece birkaçını sayayım:
Bulgaristan’da HÖH/D(p)S dışında bir siyasi oluşumun şart olduğunu, şehitlerimizi veya kahramanlarımızı anma törenlerinin bir HÖH/D(p)S mitingi gibi yapılamayacağını, HÖH/D(p)S mensuplarının camilerde siyaset yapamayacağını…
Şimdi, büyük bir çoğunluğun, benim bu görüşlerimi benimsiyor olması, bana mutluluk veriyor.
Diğer hangi olayların bir adım önünde olduğumu, burada saymaya gerek görmüyorum. Beni takip edenler, bunların neler olduğunu bilirler.
Bazıları benim çıkışlarımı veya yazılarımı “sert” buluyor…
Ancak şunu açıkça belirtmek isterim ki:
Tüm yazılarım veya çıkışlarım demokratik haklar ve yasalar çerçevesindedir. Hatta Bulgaristan’da Türklere karşı yapılan ayrımcılığın karşısında çok yumuşak kalırlar!
“Bulgaristan” dendiğinde, bazı gübrelerin gibi, “karı-kız” aklıma gelmiyor, halkımın ezikliği, çaresizliği geliyor.
Bulgaristan’ da yaşayan Türklere senelerdir “Onu yapma, bunu yapma, şöyle davran, böyle davran!” diyerek, çaresizlik öğretmişlerdir. Başvurdukları kapılar, yüzlerine tek tek kapandığında ise, birçoğu, çaresizliği yaşayarak öğrenmişlerdir.
Kimse bana çaresizliği öğretmeye çalışmasın! Bir şok kez çaresizliği bizzat öğrenmiş olsam da, tüm etik olmayan sadırılara rağmen pes etmeyerek, ömrümün yettiği kadar çareyi başka kapılarda aramaya veya çeşitli yöntemlerle sürdürmeye devam edeceğim!
Bulgaristan’da yaşayan Türklerin de, öğretilmiş ve öğrenilmiş çaresizlikten kurtulmaları, mücadele etmekten vazgeçmemelerini diliyorum.
Çünkü ölüm gibi, mücadele de hayatın bir parçasıdır!
Kaynak: Durmuş Arda