Esas Soru Hangisi; Türkiye’nin Eksen Kayması mı, Yoksa Türkiye’nin Yeni Dünya Düzeninde Yer Arayışı mı?
Doç. Dr. Bekir Günay
Bugünlerde Türk dış politikasındaki değişikliklerden dolayı gerek yerel de gerekse dünyadaki etkin çevreler kendi kendilerine “Türkiye’nin ekseni mi kaydı ?” sorusunu sormaya başladılar. Aslında soruyu yıllardır tartışılan “ yeni düzen arayışları ?” çerçevesinde sormak gerekir. Türkiye yeni düzen arayışlarında kendine yer mi arıyor yoksa eksene mi kaydı? sorulara bu makale çerçevesinde cevap arayamaya çalışacağım.
ABD Güç tanımlaması ve Güçsüzlüğü
1989 tarihi Soğuk savaşın bitişi olarak kabul edildikten sonra 11 Eylül 2001 e kadar dünya düzeni tartışmaları devam edip gitti. George Bush I.Körfez savaşının başladığı sıralarda ilk kez “yeni dünya düzeni” tabirini kullandı. Bu tarihler de Amerikalı akademisyen S.Hungtinton’un “Medeniyetler Çatışması” çalışmasında dünyanın yeni bir yüzyılda yeni bir sistemle yönetilmesi gerektiği fikrini işlemekteydi. Kimi akademisyenlere göre ABD dış politikasının daha saldırganlaşmasının altında bunun yattığı iddiaları ortaya atılmaya başlandı. Tüm bu tartışmalar bizi 11 Eylül 2001e götürdü. Sonuçta, ABD kendi kurgusunu yaptığı 21.yüzyıl tanımlamasını “ben ve öteki” kalıplarının içine sokarak, “ABD yanında olanlar ve ona karşı olan ki bunlar teröristlerdi” diyerek Irak, Afganistan hamlelerini yaptı. Bir bakıma tartışmasız olarak 21.yüzyıldaki yeni güç olarak merkeze kendini koydu. Oğul Bush’un hükümetlerinde “ben yaptım doğrudur” politik anlayışı dünyanın diğer ülkeleri tarafından pek benimsenmedi ama “benimsiyormuş” gibi göründü. Bu fotoğraf ülkeler tarafından fırsat bulundukça eleştirildi. Çünkü bu sistemde eksiklikler vardı. Yeni Düzende merkezi güç olarak tarif edilen ABD nin güçten anladığı sadece kaba askeri kuvvet idi. Tarihsel
süreçteki güçlere baktığımızda ekonomi, askeri, teknolojik ve siyasi güçlerin yanında uzun vade de medeniyet kuran milletlerin esas güç olduğunu görüyoruz. Askeri güç, ekonomi, teknoloji ve medeniyetle desteklenmezse kısa bir süre sonra yok oluyorlar.
Bush hükümetlerinin gerek Irak ve gerek Afganistan’da yaşadığı siyasi başarısızlıklara paralel olarak savaşın ABD ekonomisine yaptığı tahribat sözde küresel gücün imajını bozdu. ABD maliyesini zorlayan bir başka krizde Mortage idi. “Güç olarak tanımlanan devletini sokaklarında işsizler, iş arayanlar, iflas eden şirket görüntüleri” 1989 dan bu yana “yeni dünya düzeni” kurduğunu zanneden ABD nin aslında “sanal güç” olduğunu ortaya çıkardı.
ABD nin tartışılır durumu, Bush’un “benim dediğim olur” zihniyetinden Obama yönetimi ile “sizin fikrinizde var mı ?” siyasetine doğru kaydı. Bunun belirtileri, ABD nin Irak’tan 2011 de asker çekmeyi karar vermesi ve bunu kademeli de olsa uygulama aşamasına koymasında görüldü. Diğer taraftan, Obama’nın ABD bütçe açıklarını önlemek için sert tedbirleri alması, yanında ilk kez tüm halkın sağlık güvencesi altına alınması gibi politikalar ABD yönetiminin sanaldan reel politikaya geçtiğini, göstermekte idi.
ABD ni politika değişikliğine iten nedenler sadece iç ve dış etkenler değildi. 1989-2001 sürecini kendi lehine çevirme hamlelerine girişen ABD ilk anda üstünlük kazandı ise de uzun vade durumunu kalıcı hale getirecek temel çarpanlarının olmadığını fark etti. 1989 sonrası yıkılan sadece SSCB idi. Birleşip bir güç olmaya çalışan ve fırsatlarla yayılan bir Avrupa Birliği, Komünizmi Kapitalizmle harmanlayıp oluşturduğu ekonomik gücünü siyasi güce devşirmeye çalışan Çin, kendini toparlayan Rusya, bölgesel sınırları zorlayan Hindistan, Brezilya ve Türkiye örnekleri, ABD nin “yeni dünya düzeni” fikrini uygulamada zorlayan faktörler olmaya başladı.
Yenidünya düzeni fikrinin ilk kez 1919 Paris Barış konferansında hayata geçirildiğini görüyoruz. Düzen kurmada mekânın durumu, büyük önem arz eder. Dünya da mekan yani “jeo” denilen alanlar aslında kültür havzalarıydı. Bu havzalar, Batı -yani ABD-Avrupa, İslam-Türk, Ortodoks-Slav, Hint-Çin’di. Hâkimiyet teorilerinin bazılarına göre tüm bu mekânlara hâkim olan dünyaya eğemem oluyordu. Buralardaki güçlerin yok olması veya içlerinden birinin baskın güç olması hâkimiyeti oluşturur. O güç veya güçlerin egemenliği altında düzen kurulurdu. Düzenin uzun soluklu olabilmesi
için gücün din, dil, tarih, kültür gibi temel çarpanları olmalıydı. Bir başka ifade ile medeniyet kuranlar veya kurma yeteneği olanlar uzun vade de kendilerini göstermekteydiler. Gücün sabit verilerinin yanında değişken değer olarak tanımlanan ekonomi, askeri ve teknoloji ile kuvveti kendini etkinleştirip yaygınlaştırabilmeliydi.
Sabit değerler(din, dil, tarih, kültür) olmadan sadece değişken parametrelere (ekonomi, teknoloji vs.) dayanılarak düzen kuramazsınız. Temelsiz bina gecekondu gibidir. Hafif bir sarsıntı ile yıkılabilir. Bugün ABD nin düştüğü tablo böyledir.
Değişen Havzalar ve Oluşum Aşamasındaki Güçler
1989 sonrası gelişmeler çerçevesinde havzalara baktığımızda ilginç görüntüler göze çarpar. Avrupa havzasının rengi, Roma, Katolik, akıl ve ihtilaldir. Bu vasıflara uygun olarak lokomotif ülkenin Fransa olması gerekirken günümüzde ana gücün kıtaya sonradan gelen Germen yani Almanların olması düşündürücüdür. Bu durum uzun vadede AB gelecek senaryolarında Almanya’nın öne çıkmasıyla Avrupa’nın büyük problemler gebe olduğunu bize göstermektedir.
Almanya eksenli AB nin, SSCB sonrası Avrupa’da yaşanan Bosna- Hersek krizi gibi sorunlardaki başarısızlığını bir kenara koyarsak, Polonya’dan Bulgaristan’a kadar SSCB hinterlandının kendi nüfuz alanını ekonomik gücüyle dâhil etmesini düzen kurucu olmasa da aktör bazında 21.yüzyılda bir güç olarak tanımlamak gerekir.
İngiltere’nin ABD eksenli tavrı, Fransa’nın Akdeniz havzasıyla arka bahçesini sağlamlaştırma çabaları yanında, AB ye girmek isteyen Türkiye’yi “nasıl hazım edeceğiz” tartışmaları, Avrupa Birliğinin yeni dünya düzeninde ana oyuncu olmasını engelleyen bazı faktörler olarak karşımızda durmaktadır.
21.yüzyıl da düzen kurucu rolünü alacaklardan biri de Ortodoks -Slav havzasıdır. Burayı doğru okumak gerekir. 1989 sonrası bölgeye hâkim olan Rusya gücünü kaybetti. Gücünü yitirmesinin en temel nedeni ise hâkimiyetinin esasını askeri ve ideolojik bir tabana bina etmesi idi. Putin’e kadar güç kaybeden Rusya onunla birlikte gidişi durdurdu. 2008 lerden itibaren karşı hamleye geçmeye başladı. Gorbaçov’un yaptığı SSCB kimliği ile Rusya’nın 21.yüzyılda var olamayacağının görüp bir bakıma fazlalıklardan kurtulmasıydı. SSCB den atılanları kapanma yarışında ABD ve AB öne çıkmaya başladı. ABD ve AB 1989 sonrası Doğu Avrupa, Balkanlar ve
Kafkasya’daki politik alanlarda güçlerini artırdılar. 1990 ların sonunda Rus stratejisti Alexandır Dugin’in fikirleri Putin’in çabalarıyla Rusya “Avrasyalı” politikalarına geri dönmeye başladı. Öncelikle atılan veya kaptırılan parçalarla “mekânını” sabitleştirilmeye çalıştı. Bunu Ukrayna seçimleri, Kırgızistan hamleleriyle 2010 yılında gösterdi. Rusya, Ortodoks ve Slav havzasıyla birlikte, 20.yüzyılda hâkim olduğundan dolayı hala kendisine ait sandığı Orta Asya ile mevcut alanları kavramaya çalışmaktadır. Rusya tekrar düzen kurucu olarak kendini tanımlarken ortaya koyduğu sabit verileri; din (Ortodoks), dil (Rusça konuşma alanı Litvanya’dan- Kırgızistan’a kadar yayıldı ), Tarih (20.yüzyılda ideolojik tabanla Avrasya hâkimiyeti), kültür (SSCB zamanında oluşturduğu Sovyet vatandaş kimliği) dür. Bu sabit verilerinin yanında 2000 sonrası Avrupa ve Türkiye’ye döşediği doğal gaz boru hatları yanında buradan elde ettiği ekonomik gücü kapitalist anlayışla özellik yakın bölge havzalarında (İslam-Türk ve Avrupa) öldürücü güç olarak( Ukrayna da doğal gaz boru hatlarını kapatması, Türkiye’deki ekonomik yatırımları) kullanma teşebbüsleri gibi değişken değerlerle yeni dünya düzeni arayışlarında kendisinin kurucu aktör olduğunu bir kez daha hissettirmektedir.
Öte yandan Hint- Çin havzasındaki duruma baktığımızda Çin ve Hindistan’ın kendilerine ait özellikleriyle öne çıktıkları görülmektedir. Çin’in sabit verileri olan din, dil, tarih ve kültür ekseninde değerlendirildiğinde bölgesel güç olarak her zaman olduğu gibi şimdi de “bende varım” diyebilmektedir. Bununla birlikte Çin’in değişken değeri olan ekonomi ve taklit teknolojisiyle küresel güç rolünü oynamaya çabaladığı da müşahede edilmektedir. Çin’in nüfusunun fazlalığı yanında, dini inancının küresel güç olmasını engelleyeceği faktörler olarak karşımızda durmaktadır. Bununla birlikte, yeni düzen kurulmasında kurucu aktör rolü olmasa da kendi bölgesini sahip olmak isteyen bir Çin gerçeği de unutulmamalıdır.
Oluşan bu genel resmin çerçevesinde “Türkiye de eksen kayması var mı? Yoksa Türkiye yeni Dünya düzeninde kendisine yer mi arıyor mu” sorusunun cevabını bulmak daha kolay olacaktır.
20.yüzyılda Türk Dış Politikası üzerine birkaç söz..
Türkiye, 1919 Paris Barış kongresiyle dünyadaki düzen kuruculuğu rolünden alınarak bir bakıma oyun dışına itildi. Sevr’le bir adım daha ileri gidilerek yok edilmek istendi. Fakat Atatürk’ün önderliğinde Türk milletinin ortaya koyduğu İstiklal mücadelesi ile Türkiye Cumhuriyeti kurulan düzende varolacağını diğer aktörlere ispatladı.
Atatürk dönemi dış politikası iki evrede incelenmelidir. I.evre, 1923–1930 yılları arasında var olma mücadelesinin verildiği dönem, II. evre ise 1930-1938 yılları arasında kendi havzasına geri dönme ( Balkan antantı, Sadabat paktı) dönemi idi. Atatürk’ün II. dönemde risk alan, aktif dış politikasıyla bölgesel güç olan Türkiye portesi başarıyla uygulandı. Nitekim bunu Hatay meselesinde bariz olarak görürüz. Atatürk’le birlikte Türk dış politikası Avrupa’ya yönelik, ama Balkan, Orta Doğu ve Kafkas havzalarına da hâkim olma çabalarıyla bölgesel güç rolünün içini doldurmaya çalışmaktaydı.
II. dünya savaşının atmosferi ile Türk dış politikası “denge oyunu” ile bölgesellikten yerelliğe inen bir dış politik söyleme dönüştü. Başka bir bakış açısıyla ile gücünü bilmeyen verilen rolü kabul eden ve ona göre davranan Türk dış politikasıyla karşı karşıya kalındı. İsmet İnönü, 1945 sonrası dünya güç denklemini iyi okudu. İnönü, gücün savaşın galiplerine (Fransa, İngiltere, ABD, Çin ve SSCB) ve onların kurdukları yeni dünya düzenin kurumsal yapısı olan BM etrafında oluştuğunu fark etti. Bu yapıda yer almaya karar verdi. Ama BM üye olmaya Türkiye’nin siyasal yapısı uygun değildi. Dış etkenlerin tesiriyle içyapısını demokratikleştirmek için “Türkiye de çok partili hayata geçişe” Milli Şef İnönü tarafından izin verildi. Artık iç politikasını dış etkenlere açan bir Türkiye portresi karşımızda durmaktaydı.
“Hayır diyemeyen Türkiye”
1945 sonrasında karşımızda Postdam ve Yalta konferanslarında oyun kurucu olan ABD, SSCB ve İngiltere’nin tanımladığı yeni dünya düzeninde (Soğuk savaşta) belirlenen yerini doldurmaya çalışan Türkiye vardı. 1945-1950 yılları Türk dış politikasındaki değişiklikler aslında Soğuk savaştaki değişime uygun içyapının dizaynından başka bir şey değildi.
Çok partili hayata geçişten Menderes hükümetlerine kadar ki döneme paralel olarak demokratikleştirilen Türkiye’nin iç politikası ile dış politikasının yönü batıyla uyumlu hale getirildi. Bu süreçte, Avrupa Ekonomik Örgütüne akabinde NATO üyeliğine başvuran onlarla iç yapısını müttefiklerinin dizayn etmesine izin veren Türkiye’nin dış politikası da hükümetlerin değil müttefiklerle kendini eşleştiren devletin tercihlerine göre şekillendiği görüldü.
Dünyadaki gelişmelere paralel olarak BM ve NATO üyeliyle kendini Batı veya ABD müttefikliğine entegre eden, bu statükoyu savunan bir Türk dış politikası oluşturuldu. Dış politika ile iç politik olaylarda belirleyici gücün NATO ekseniyle ABD olduğu bu dönemde Kamuran İnan’ın tabiri ile “hayır diyemeyen Türkiye” moduna geçildi.
Türkiye,1950-1960 arasında ABD ile birlikte politika izlerken zaman zaman Balkanlarda ve Ortadoğu’da inisiyatif alma teşebbüslerine girdi. 1957 Suriye bunalımında olayın dışında olan Türkiye’nin birden bire hadisenin içinde kendini bulması kriz yönetememe beceriksizliği idi. Olaylar sonucunda SSCB Nasır denklemi ile Türkiye Ortadoğu’dan tamamen dışlandı. Bu tarihten 1990lara kadar Türk diplomatları için Ortadoğu Uzakdoğu gibi algılanmaya başladı. Statükoculuk Türk hariciyesinin genel özelliği idi. Bu statükoculuk bazen ABD bazense SSCB “patronajlığı” benimsenirse doğru eksen, bunlara karşı yapılan her hamle veya hamlecikler bu güçler tarafından eksen kayması olarak eleştirildi. Kimi tarihçilere göre Menderes dönemindeki ABD müttefikliği 1957 de bozulduğu ifade edilir. Bunun delili de Menderes’in Federal Almanya ve SSCB’den mali yardım almak için yaptığı teşebbüsler gösterildi.
Cumhuriyet Arşivlerinden bulduğum yayın aşamasında olan bir belgede Eisenhower NATO, ABD müttefikliğinden ayrılmadığı için Cemal Gürsel’i takdir etmesi ilginçtir. Mektubu bir bütün olarak okuduğunuzda 1960’larda statükoyu (ki buradaki statüko ABD tam bağlı dış ve iç politika) benimseyen sadık müttefik Türkiye modelini devlet politikası olarak gören darbeci bir yönetimle karşılaşırız. 1945 sonrası tüm dünyada estirilen Mc Carthyciliğin oluşturduğu korkular dünyasının Türkiye versiyonunda “ Türkiye her taraftan işgal edilecek, tüm komşu devletler Türkiye’yi yıkmak istiyor” fikri canlı tutularak müttefike olan bağlılık giderek artırıldı.1974 de Kıbrıs barış hareketinde müttefik ABD nin tavrı Türk siyasi erkinde şok etkisi yaptı. Müttefikin “müttefik” anlayışına duyulan şüphe “darbelerle” düzeltildi. 1985 lere kadar Soğuk Savaşta “figüran bazense yardımcı oyuncu rolleri” arasına sıkışmış bir Türk dış politikası vardı. Bu dönem diplomatlarının gündemleri Kıbrıs, Ege, Kıta sahanlığı arasında gidip gelmekteydi. İşin garip tarafı bu dar alanda dahi Türk dış politikası karar alıcı pozisyondan çok uzaktı. Dış politikada ufuksuzluk ufukuna doğru bir gidiş devlet politikasıydı. Bu dönemde Türkiye risk almayan, pasif, etkisiz ve ama etkilenen (içte ve dışta) 3.dünya ülkesi görüntüsündeydi.
Özal’lı yıllar; değişimin başlangıcı
1989 yılında dünyada Soğuk Savaşın bitişini gören, hamle yapılması gerektiğini düşünen Özal’la Türkiye’nin dış politikasında hareketlilik başladı. Özal’ın zaman zaman kişisel gayretleriyle Türkiye heyecanlı, hareketli dış politikasıyla dikkat çekti. Bu dönemde ufukları açılan dış politikada sabit verileri(Din, dil, tarih, kültür) hatırlama özellikler tarih (Osmanlı çizgisi) kültür (Balkan, Ortadoğu, Orta Asya) bağlantıları ile bu havzalara etkin olma teşebbüslerine girişildi. Türkiye’nin I.Körfez Savaşında olduğu gibi müttefik ABD nin kimi zaman eşgüdümünde, kimi zaman ondan bağımsız hamleleri (KEIP) göze çarptı. 1989 sonrası bu fotoğraf baktığımızda kendine yer açmaya çalışan Türkiye’nin ”yeni Osmanlı mı” yoksa “Batıdan ayrılıyor mu” soruları yine ilgili çevrelerce sorulmaya başlandı.
Değişen Türk Dış Politikası
2000 yıllar Türk siyasal hayatında koalisyon döneminin bitip tek parti yönetimi ile gerek iç, gerek dış politika köklü kalıcı değişikliklerin görülmeye başlandığı yıllardı. Dış politika iç politikadan ayrı düşünülemez. Dış politika genel siyasetin bir parçasıdır. Siyaset milleti yönetime sanatı ise burada esas milletin değerlerini bilmek gerekir. Bir maçta teknik direktör tüm oyuncuların vasıflarını, sahanın durumunu, seyirci faktörü vb. etkileri düşünmek durumundadır. Dış politika yapıcılar, maça çıkan teknik direktör gibi düşünmelidir. Milletin sabit verilerini bilmeden Dış politika yapılırsa Soğuk savaş döneminde gözüken “hayır diyemeyen Türkiye” modeline doğru gidilir. Milletin sabit verileri din, dil, tarih ve kültürdür.
Sabit veriler dış politikada takımın oyuncularıdır. Din,dil,tarih,kültür hepsi birbirini destekleyen temel renklerdir. Dinin (İslam), dilin (Türkçe) tarihin (Orta Asya’dan Osmanlıya gelen süreç) tüm renkleriyle Orta Asya’dan Hindistan’a Türkistan’dan İran’a Ortadoğu’dan Kuzey Afrika ve Balkanlara kadar derin izleri bıraktığı bilinmelidir.
Mekândaki kültür izlerini canlandırmanın yolu “soft power” yani “yumuşak güç” unsurunun devreye koymakla olur. Türkiye’nin dış politikasında yakın bölge olarak tanımlanan Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’ya ilgisi Atatürk’ün II. döneminde yoğunlaştığını sonra da Ortadoğu Uzak doğu gibi algılanmasına doğru kayıldığından bahsetmiş idim. Özal’la beraber yakın bölgeyle doku uyuşması sağlanırken sonra dış faktörler Türkiye’yi farklı yönlere ittiler. Sabit verilerimiz elimizde bir artı ise de bunun uygulaması için değişen faktörler olan ekonomik, askeri ve teknolojik güçlerimizin sabit verilerle paralel veya çarpan olarak dış politikada kullanılması gerekir. Tüm bu formülün uygulanmasında en temel enstrüman hiç şüphesiz stratejik zihniyet ve siyasal iradedir. Dış işleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun formüle ettiği yeni Türk dış politikası Tayyib Erdoğan hükümetleriyle bu teorinin pratiğe dönüşmesine imkân sağlanmıştır. Türkiye’nin bu teoriden pratiğe geçen dış politikasını AB ve Ortadoğu örneği ile inceleyim.
AB “ya al ya bırak” politikası…
Türkiye’nin AB entegre yönündeki klasik politikaları terk eden Erdoğan hükümetleri AB ile olan ilişkilerinde “ya al, ya bırak” ikilemini karşı tarafa 2004-2006 arasında yaşattırdı. Amaç AB deki karar verici üyelerin niyetlerini sorgulatmaktı. Nitekim sonuçta Sarkozy ve Merkel’in davranışlarına bu bariz bir şekilde yansıdı. AB’nin karar verici gücü olan bu ülkeler Türkiye’yi içlerine almayı düşünmediklerini itiraf ettiler. Her halükarda da eskisi gibi Türkiye’nin AB ne girme yolunda kalmasını istemekteydiler. Bu süreçte Türkiye gerek, AB içindeki tüm üyelere gerekse Türkiye içindeki odaklara “samimiyim ama almıyorlar” deme avantajını elde etti. 2007’lerde itibaren AB yönünü göreceli olarak donduran Türkiye’nin burada farklı bir yola girerek Avrupa’dan ayrı karar verici ve oyun kurucu olduğunu gösterme sürecini başlattı.
“Sıfır problem” Ortadoğu’da Suriye Örneği
Bunun içinde yakın mekânına yöneldi ki bu mekân Dünyanın merkezi pozisyonundaki Ortadoğu idi Komşularıyla “sıfır problem” mantığını sadece Ortadoğu’da değil Kafkasya ve Balkanlarda hareketli ve etkin hala getirdi.
Türkiye’nin sabit verilerini stratejik zihniyeti kullanarak “sıfır problem” ekseninde tarihsel mekânlarla aramızda görünmeyen duvarlar kaldırıp “işler ve açık kapı” modelini geçildi. Bu zaman zarfında bir bakıma vücudun diğer parçalarıyla kaynaşma başladı. Kafalardaki sorunları aşamıyorsanız o problemleri bir köşeye bırakıp anlaşabileceğiniz yeni alanlara yönelmek gerekir. Sırf probleme ulaşma üç aşamalıdır. “Önce mideleri sonra kalpleri akabinde kafaları birleştirin.” Mide herkesin doyması tüm komşularla ticari, iktisadi ve ekonomik bütün sahalarda karşılıklı çıkar esasına göre hareket etmekti. Ticaret karşılıklı kazanılırsa olur. Tek taraf kazanan olursa bu ticaret değil sömürgecilikti. Ticarette bir başka kuralda pazarınızı açarsanız karşı tarafın pazarına girebilirsiniz. Türkiye’nin özellikle Ortadoğu ve Rusya politikasında bunu başarıyla uyguladığı görülmektedir.
Ortadoğu’da Türkiye için açılan iki kapı vardı. Biri Irak diğeri Suriye idi. Daha düne kadar iki kapının bir fiziki diğeri psikolojik olarak kapalı idi. Türkiye Irak’a 1980 sonrasında PKK, Körfez savaşları çerçevesinde güvenlik eksenli politikalar izledi. Benzer durum Suriye içinde vardı. Körfez savaşı ile ABD nin bölgeye gelmesiyle değişen şartlar, yıkılan Irak’la beraber sıkışan Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya girmesinde önemli bir kapı oldu. Türkiye’nin Suriye ile başlayan ticari hamleleri, Lübnan, Ürdün’ün eklenmesiyle günümüzde “Ortadoğu Ortak Pazarına” doğru somut hamlelere dönüştüğü görüldü. Ortadoğu’da “midelerin birleştirilmesinden sonraki adım olan kalplerin birleştirilmesi”, Türk dizileri, TRT nin Arapça yayınları, sınırların açılması, vizelerin kaldırılması, nüfus hareketliliğinin artarak devam etmesi sonraki aşamalardı. Rusya, ABD, Irak, Azerbaycan, Yunanistan, Suriye gibi ülkelerle uygulanan “stratejik işbirliği ve ortaklık antlaşması” yanında ilgili devletlerin hükümetleriyle yapılan bakanlar seviyesindeki toplantılarla bu devletlerle olan ilişkiler yoğunlaşarak devam etti. Buradaki nihai hedef vücuttan kopan parçaların mikro cerrahi yöntemiyle dikilip damarların damarla buluşup kan dolaşımı sağlayıp, her iki tarafta kendini ortak dokunun parçası olarak görmesini sağlamaktı. Ortadoğu’da kaynaşmayı engelleyici faktörleri de gözden kaçırmamak gerekir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki faaliyetleri ayrıntıları ayrı bir makale konusu sadece kaba hatlarıyla genel politika içerisindeki değerlendirmelere dönecek olursak, Ortadoğu’daki ticaretin güvenlikle iç içe geçen bir özelliği vardır. Güvenlik, Ortadoğu’da büyük bir problemdir. Başka bir ifade ile Türkiye’nin barışa dayalı hamlesinin karşıtı savaş ve güvensiz ortamdır. Üyeler arasında veya mahallede güvensizlik üzerine varlığını devam ettiren İsrail’le Türkiye’nin bu senaryonun her hangi bir yerinde karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.
1919 Paris barış konferansı ile kurulan Ortadoğu haritasının Soğuk Savaşta da devam ettirilen ana teması bölgede güvensizliktir. 1980 sonrasında Türkiye’de bölgede bu güvensizlik kısır döngüsüne girmiş buradaki politikaları askeri hamleler üzerine devam etmiştir. Şimdi ise Ortadoğu’da ticari ve yumuşak güç süreci başladı. Güvensizlikten en çok beslenen İsrail ve bu ortamı canlı tutan Filistin meselesidir. Yine ayrı bir makale konusu olan Türkiye, Filistin, İsrail denkleminde sadece şu söylenebilir. “One minute”den itibaren Mavi Marmara olayına kadar Türkiye’nin İsrail’e ve İsrail’inde Türkiye’ye izlediği kriz politikaları bilinci bir siyasetin ürünüydü. İsrail’in unuttuğu şey ise ABD nin Obama ile birlikte bölgeden çekilme istekleri ve hamlelerine paralel olarak uzun vade bölgede güvensizlik değil güvenlik istiyor. Bunu da silahsız yapmak niyetinde bu taraftan resme baktığınızda Türkiye tabloya daha uygun durmaktadır.
Tüm bu politikalara çerçevesinde Türkiye aslında sabit verileriyle dünya denkleminin yeniden şekillenmesinde kendisinden beklenen hamleleri yapmaya başlamıştır. Aslında Eksen kayması yok, eksenin yerine oturması vardır.